Cumhuriyet ve Demokrasi
Prof.dr Doğu Ergil

Prof.dr Doğu Ergil
Soru aslında çok basit ama çetrefilli; Para bir insanın hangi ahlaki normlarını zedeler? Dünyanın merkezinde yer alan bir metanın tüm insanlığı peşinden sürüklemesi, dizayn etmesi herşeyi belirlemesi ne kadar doğru?
Ve işte en kritik soru; Eğer yeryüzünde para olmasaydı, hayat nasıl olurdu?
Para sadece ekonomik bir araç değil; ahlaki, sosyal ve hatta varoluşsal yönleri olan bir olgu. Sorunu üç bölümde ele alırsak:
Adalet duygusu: Para eşitsiz dağıldığında, “emek ile kazanç” arasındaki bağ kopar. İnsanlar “adil olan”ın değersizleştiğini hisseder.
Dayanışma ve paylaşma: Topluluk ahlakının temeli paylaşmadır. Para, bireysel çıkarı ön plana çıkararak bu normu zayıflatır.
Dürüstlük: Para için yalan, sahtekârlık, yolsuzluk, çıkarcılık normalleşebilir.
Merhamet ve vicdan: İhtiyaçtan fazla biriktirme, başkalarının mahrumiyetini görmezden gelmeye sebep olur.
Özgürlük ve bağımsızlık: İnsan para için işini, düşüncesini, hatta değerlerini satabilir; bu da kişisel bütünlüğü zedeler.
Eleştirel açıdan:
Para, aslında insanın ihtiyaçlarını karşılamak için bir “araç”tır.
Ama modern dünyada “amaç” haline geldi. Bu tersine dönüş, ahlaki düzeni bozdu.
Felsefi açıdan:
Platon: Gerçek değerler idealar dünyasındadır; para ise sadece gölge.
Marx: Para, insanın özünü yabancılaştırır; insan emeğinin karşılığı, insanın üzerinde hükümranlık kurar.
Nietzsche: Para, güç istencinin modern formudur; insanın hırslarını sınırsızlaştırır.
Buddha: Para, arzunun sembolüdür; arzu ise ıstırabın kaynağıdır.
Sonuç: Paranın merkezde olması, insanı “araçların kölesi” haline getiriyor. Doğruluk açısından bakıldığında: Yanlış olan para değil, merkeze oturtulması.
Birkaç senaryo:
İhtiyaçlar mal ve hizmet değişimiyle karşılanırdı.
Ancak büyük ölçekli toplumlarda karmaşıklaşır, adalet sorunları doğardı.
Kaynak temelli ekonomi (ütopyacı yaklaşımlar):
İnsanlar paranın yerine “ortak kaynak paylaşımı” üzerinden yaşardı.
Örn: Ortak üretim, ortak tüketim, ihtiyaç kadar alma.
Bunu kısmen ilkel kabileler, manastır hayatı ve bazı ütopyacı komünler denedi.
Teknoloji destekli para-sız düzen (gelecekçi senaryolar):
Yapay zekâ ve otomasyon sayesinde herkesin ihtiyaçları karşılandığında, paraya gerek kalmayabilir.
“Post-kapitalist toplum” teorilerinde bu tartışılıyor.
İhtiyaç temelli üretim: Para olmadığı için üretim “talep” üzerinden değil, “gerçek ihtiyaç” üzerinden yapılırdı.
Kıtlık yerine paylaşım: İnsanlar tüketmek için değil, yaşamak için üretirdi.
Teknoloji ve otomasyon: Eğer gelişmiş bir toplumdaysak, makineler ve yapay zekâ temel ihtiyaçları karşılardı.
Statü farklılıkları azalırdı: Bugün zengin–fakir farkı üzerinden oluşan hiyerarşi kaybolurdu.
İşbirliği öne çıkardı: İnsanlar rekabet etmek yerine birlikte üretmeye yönelirdi.
Güven ilişkisi: Paranın “aracı” olmaması, doğrudan güvene dayalı ilişkiler gerektirirdi.
Adalet: Servet birikimi olmayacağı için adalet, “ihtiyaçlara göre dağıtım” üzerinden tanımlanırdı.
Paylaşma: Ahlaki erdemlerden biri olan cömertlik, toplumsal norm haline gelirdi.
Yolsuzluk / çıkarcılık: Para üzerinden gelişen birçok “ahlaki bozulma” (rüşvet, yolsuzluk, yalan) ortadan kalkardı.
Saygı ölçütü: İnsan, parasına göre değil, bilgisine, yaratıcılığına, topluma katkısına göre değer görürdü.
Para = güç denkliği kırılırdı. Politikaya etki için finansal güce ihtiyaç olmazdı.
Güç, büyük ihtimalle bilgi, karizma veya toplumsal katkı üzerinden dağıtılırdı.
Yani “elitler” yine olurdu, ama para değil başka ölçütlerle.
Sanat ve bilim “para getirsin” diye değil, yaratıcılık ve merak için yapılırdı.
İnsanlar ruhsal tatmine, doğaya, ilişkilere daha fazla vakit ayırabilirdi.
Yani tüketim kültürü yerine anlam arayışı kültürü öne çıkardı.
Tabii ki böyle bir dünya da kusursuz olmazdı:
“Kim ne kadar alacak?” tartışmaları çıkabilir.
İnsan doğasının hırs ve sahiplenme duygusu tamamen yok olmayabilir.
Güç bu kez paradan değil, bilgi, teknoloji veya kaynak kontrolünden doğabilir.
Yani para gitse bile, eşitsizlik başka biçimlerde geri dönebilir.
Para sonrası toplum:
Artıları: Adalet, eşitlik, güven, paylaşma, anlam merkezli yaşam.
Eksileri: İnsan doğasının hırsı yeni yollar bulabilir; güç başka araçlara kayabilir.
Ama genel olarak, insanlık “tüketim merkezli” olmaktan çıkıp, anlam, dayanışma ve yaratıcılık merkezli bir yaşama kayardı.
Eminim ki bir çoğunuz, başlıktaki sorunun cevabını merak ediyorsunuzdur. Başka bir açıdan soracak olursak; Ultra zenginler, yeteri kadar paraları oldukları halde neden hep daha fazla kazanma hırsı içindeler. Güç istenci bir noktadan sonra paranın yerini mi alıyor? Para, güçlü olmak için bir araca mı dönüşüyor? Güçlü olmak, başkalarına hükmetmek zevk verir hale mi geliyor veya kapitalist yapı varlığını sürdürmek ve başkalarını baskı ve tahakküm altında tutabilmek için hep daha fazlasına mı ihtiyaç duyuyor?
Bu sorulara belli başlıklar altında yanıtlar arayacağız:
Doyumsuzluk ve bağımlılık: Nörobilim çalışmalarına göre para ve güç, beyinde dopamin salgısını tetikler. Yani bir tür bağımlılık yaratır; her yeni başarı daha fazlasını istemeye yöneltir.
Güvenlik ihtiyacı: Zenginlik bir noktadan sonra gerçek ihtiyaçların ötesine geçse de, “kaybetme korkusu” insanı daha fazlasını biriktirmeye iter.
Statü rekabeti: Ultra zenginler çoğu zaman diğer ultra zenginlerle kendini kıyaslar. Yani mesele temel ihtiyaç değil, statü hiyerarşisinde üstte kalmak.
Nietzsche’ye göre insanın en temel itkisi “hayatta kalmak” değil, “güç istenci”dir.
Para, bu istencin modern dünyadaki en görünür aracı.
Bir noktadan sonra para, sadece tüketim için değil, başkaları üzerinde güç kurmak için istenir.
Ultra zenginler için “daha fazla para” = “daha fazla hükmetme kapasitesi”dir.
Kapitalizm durağanlığı sevmez; sürekli büyüme üzerine kurulu bir sistemdir.
Sermaye sahipleri, büyümezlerse piyasa tarafından “yutulacaklarını” bilir.
Yani ultra zengin bile olsa, yarışı bırakmak yoktur, çünkü sistem onları hep daha fazlasına iter.
Bu yüzden “yeterince param var” diyerek çekilmek, kapitalist mantığa aykırıdır.
Başlangıçta para bir amaçtır (konfor, güvenlik, lüks için).
Ama belli bir eşikten sonra para artık amaç olmaktan çıkıp güç için araç haline gelir.
Zengin kişi artık “daha çok mal” istemez; daha çok etki, görünürlük, kontrol ister.
Bu yüzden ultra zenginlerin siyasete girmesi, medya satın alması, hayır kurumları üzerinden prestij kazanması hep bu güç istencinin tezahürüdür.
Psikanalitik açıdan, başkaları üzerinde kontrol sahibi olmak insana yoğun bir haz duygusu verebilir.
Ultra zenginler yalnızca para biriktirmekle değil, aynı zamanda “oyun kurucu” olmakla tatmin olurlar.
Bu yüzden politikaya yönelir, küresel kurumlara etki eder, şirket imparatorlukları kurarlar.
Kapitalizm, sadece bireylerin hırsıyla değil, sistemin kendisinin “hep daha fazlasına ihtiyaç duymasıyla” ayakta kalır.
Çünkü sermaye birikmezse, yatırım ve üretim durur; bu da sistemi çökertebilir.
Yani ultra zenginlerin hırsı sadece kişisel değil, aynı zamanda kapitalizmin varlığını sürdürme biçimidir.
Hegel ve Marx, mülkiyet meselesine birbirine tamamen zıt felsefi temellerden yaklaşsalar da, Marx'ın düşüncesi Hegel'i "ayakları üzerine oturtma" çabasıyla derinden bir diyalog içindedir.
Hegel için mülkiyet, bireyin özgürlüğünün dış dünyada somutlaşmış halidir. Onun felsefesinde mülkiyet, esas olarak hukuk felsefesinin ve öznellik-nesnellik diyalektiğinin bir parçasıdır.
Özgür İradenin Dışsallaştırılması: Hegel, insanı özgür bir irade ("ben") olarak tanımlar. Bu soyut özgür iradenin gerçek olabilmesi için kendini dış dünyada bir "şey" üzerinde göstermesi gerekir. Bir nesneye "benim" diyerek onu irademle şekillendirip sahiplenmem, içimdeki özgürlüğü dış dünyaya yansıtır. Mülkiyet, özgürlüğün fiiliyata geçirilmesidir.
Kişiliğin Tanınması: Bir şeye sahip olmak, başkalarına "Bu benim" deme ve bu iddianın tanınmasını talep etme hakkı verir. Bu nedenle mülkiyet, bireyler arasındaki tanınma ilişkisinin temelidir. Mülküm, benim kişiliğimin bir uzantısıdır ve ona saygı duyulması, bana saygı duyulmasıdır.
Özel Mülkiyet Vazgeçilmezdir: Hegel için özel mülkiyet özgürlüğün olmazsa olmazıdır. Mülkiyet hakkının olmaması, kişiliğin tanınmaması ve dolayısıyla özgür bir varlık olarak var olamamak anlamına gelir.
Devletin Rolü: Devlet (Hegel'in idealize ettiği akılsal devlet), bireylerin bu mülkiyet haklarını güvence altına alan, onları koruyan ve çatışmaları çözen en üst kurumsal yapıdır. Mülkiyet, "Sivil Toplum"un (bürgerliche Gesellschaft) temelidir ve devlet onu aşarak daha üst bir birliği (etik yaşam) sağlar, ancak ortadan kaldırmaz.
Özetle Hegel için: Mülkiyet = Özgürlüğün ve Bireysel Kişiliğin Maddi Dünyada Gerçekleşmesi.
Marx, Hegel'in tam tersine, mülkiyeti (özellikle üretim araçlarının özel mülkiyetini) toplumsal bir ilişki ve sınıf çatışmasının temeli olarak görür. Onun analizinin odağında ekonomi politik vardır.
Sömürü Aracı: Marx için asıl mesele kişisel eşyaların mülkiyeti değil, üretim araçlarının (fabrikalar, toprak, makineler) özel mülkiyetidir. Bu mülkiyet biçimi, üretim araçlarına sahip olan burjuvazi ile sadece emek-gücüne sahip olan proleteryayı yaratır. Kapitalist, işçinin ürettiği değerin tamamını ödemeden (artı değere el koyarak) onu sömürür. Bu sömürünün temel koşulu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet hakkıdır.
Yabancılaşma: Hegel'in "dışsallaştırma" kavramını alır ve onu "yabancılaşma" (entfremdung) haline dönüştürür. İşçi emeğini bir nesneye aktarır (Hegel'deki gibi), ancak bu nesne (meta) onun değil, kapitalistindir. İşçi kendi yarattığı ürüne, kendi emeğine, doğaya ve nihayetinde kendi özüne yabancılaşır. Hegel'de özgürleştiren mülkiyet, Marx'ta ezilen sınıf için tam tersine yabancılaştıran bir mekanizmadır.
Tarihsel ve Geçici bir Kurum: Hegel mülkiyeti özgür iradenin ezeli ve ebedi bir sonucu olarak görürken, Marx onu tarihsel olarak belirli bir üretim tarzına (kapitalizm) bağlı, geçici bir kurum olarak analiz eder. İlkel komünizmde yoktu, gelecekteki komünist toplumda da ortadan kalkacaktır.
Çözüm: Özel Mülkiyetin Ortadan Kaldırılması: Marx'a göre sorun, üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Çözüm, bu mülkiyetin toplumsallaştırılması, yani üretici güçlerin kolektif mülkiyete dönüştürülmesidir. Bu, sınıfsız, sömürüsüz ve yabancılaşmanın olmadığı bir komünist topluma giden yolu açar.
Özetle Marx için: (Üretim araçlarının) Özel Mülkiyeti = Sınıf Çatışması + Sömürü + Yabancılaşma. Çözüm, onu ortadan kaldırmaktır.
Hegel ve Marx'ın mülkiyet konusundaki farkı, idealizm ile materyalizm arasındaki farkı yansıtır.
Hegel, mülkiyeti idealist bir çerçevede, insan tininin ve özgürlük ideasının kaçınılmaz bir tezahürü olarak görür.
Marx ise tarihsel materyalist bir bakışla, mülkiyeti üretim ilişkilerinin somut bir sonucu, maddi koşullar tarafından belirlenen ve toplumsal çatışmayı şekillendiren bir olgu olarak analiz eder.
Marx, Hegel'in diyalektiğini alıp onu "baş aşağı durduğu" idealist temelinden kurtararak, mülkiyet analizini felsefi bir düzlemden sosyo-ekonomik bir düzleme taşımıştır.
Hipotez 1 – Eğer “Bir” varsa:
“Bir” yalnızca kendisidir, hiçbir niteliği yoktur, ne zamanda ne mekânda bulunur. Tanımlanamaz.
→ Yani “Bir” mutlak soyutluk, saf birliktir.
Hipotez 2 – Eğer “Bir” varsa, diğerleriyle ilişkili olarak:
“Bir”, hem birdir hem çoktur; hem vardır hem yoktur; hem değişir hem değişmez.
→ Burada paradoks başlar: Varlık ve yokluk birlikte düşünülebilir.
Hipotez 3 – Eğer ‘Bir’ vardır ama kendi açısından ele alınırsa:
“Bir” varlığa sahip olamaz; çünkü varlık, “Bir”den farklı bir şeydir.
→ Bu durumda “Bir” aslında var olamaz.
Hipotez 4 – Eğer ‘Bir’ vardır, diğerleriyle birlikte düşünülürse:
“Bir” diğerleriyle ilişkili olarak hem birdir hem çoktur.
→ Yine çelişki: “Bir”in birliği çokluğu doğurur.
Hipotez 5 – Eğer ‘Bir’ yoksa:
O zaman “Bir” hakkında konuşulamaz; fakat “yokluğu” bile bir tür varlık anlamına gelir.
→ Yokluk bile bir anlamda “varlık” taşır.
Hipotez 6 – Eğer ‘Bir’ yoksa, diğerleri açısından:
O zaman diğerleri hem görünür hem görünmez; hem vardır hem yoktur.
→ “Bir”in yokluğu, geri kalan her şeyi belirsiz kılar.
Hipotez 7 – Eğer ‘Bir’ yoksa, ama düşüncede varsayılırsa:
Diğer şeyler sonsuz çeşitlilikte görünür; sınırsız çokluk oluşur.
→ Bir’in yokluğu kaos ve sınırsız çokluk doğurur.
Hipotez 8 – Eğer ‘Bir’ yoksa, hiçbir şey yoktur:
Hem “Bir” hem de “diğerleri” tamamen ortadan kalkar.
→ Nihai sonuç: Mutlak hiçlik.
Eğer “Bir” varsa → Yaratıcı güç (düzenleyici ilke) ondan türetilir.
Eğer “Bir” yoksa → Ne yaratıcı güç ne de düzenli varlık mümkündür.
Ama her hipotezde “Bir” hem var gibi, hem yok gibi çıkar.
Yani yaratıcı güç kesin, katı bir varlık temeline dayanmaz; onun kaynağı da paradoksaldır.
Platon’un “Parmenides”te yaptığı şey aslında şudur:
Timaios’ta verdiği net cevap (Demiurgos + İdealar) burada çürütülür gibi görünür.
“Bir” (ve dolayısıyla yaratıcı güç) hem varlık hem yokluk arasında gidip gelen bir ilkedir.
Bu, mutlak metafiziğin bile sorgulanabilir olduğunu gösterir.
Simülasyon Evreni hipotezi ile Immanuel Kant'ın numen dünyası kavramı, ilk bakışta şaşırtıcı derecede benzer görünen ancak temelden çok farklı iki fikirdir. Her ikisi de algıladığımız gerçekliğin "nihai" gerçeklik olmayabileceğini öne sürer, ancak bu sonuca farklı yollardan ve farklı gerekçelerle varırlar.
İşte bu iki kavram arasındaki temel benzerlikler ve farklar:
Kısaca, bu hipotez, deneyimlediğimiz evrenin ve içindeki her şeyin (biz dahil) aslında ileri bir medeniyet tarafından yaratılmış bir bilgisayar simülasyonu olduğunu öne süren metafizik bir argümandır. Fizik yasaları, bu simülasyonun çalıştığı kodun kurallarıdır. Bu hipotezin en bilinen modern savunucusu filozof Nick Bostrom'dur.
Immanuel Kant'a göre, gerçeklik ikiye ayrılır:
Fenomenal Dünya (Görüngüler Dünyası): Bizim duyularımız ve aklımızın kategorileri (zaman, mekan, nedensellik vb.) aracılığıyla deneyimlediğimiz, bize "görünen" dünya. Bu, bilimsel olarak inceleyebileceğimiz, hakkında konuşabildiğimiz dünyadır.
Numenal Dünya (Kendinde Şeyler Dünyası - Das Ding an sich): Aklımızın ve duyularımızın süzgecinden geçmemiş, gerçekliğin "kendinde" nasıl olduğu. Kant'a göre, insan zihni yapısı gereği bu dünyaya asla doğrudan erişemez. Onun hakkında hiçbir şey bilemeyiz, çünkü onu bilmeye çalıştığımız an, onu kendi zihinsel kategorilerimize sokmuş ve bir fenomene dönüştürmüş oluruz.
İkili Gerçeklik Anlayışı: En temel benzerlik budur. Her iki görüş de algıladığımız, deneyimlediğimiz bir "görünen gerçeklik" (Simüle Edilmiş Evren / Fenomenal Dünya) ile bu görünenin arkasındaki "asıl gerçeklik" (Ana Gerçeklik / Numenal Dünya) arasında bir ayrım yapar.
"Asıl" Gerçekliğe Doğrudan Erişimin Mümkün Olmaması: Simülasyon hipotezinde, simülasyonun içindeki varlıklar olarak "ana gerçekliğe" (simülasyonu çalıştıran bilgisayarın bulunduğu evrene) doğrudan erişemeyiz. Benzer şekilde, Kant'a göre de biz insanlar, zihnimizin sınırlamaları nedeniyle numenal dünyaya (kendinde şeylere) asla ulaşamayız. Her iki durumda da bir perdenin arkasına hapsolmuş durumdayız.
Algılanan Gerçekliğin Göreceliği: İki fikir de şu an "gerçek" kabul ettiğimiz her şeyin (fizik yasaları, nesneler, zaman) mutlak olmayabileceğini ima eder. Simülasyon için bunlar sadece bir programın kurallarıdır; Kant için ise aklımızın gerçekliğe giydirdiği bir "gözlüktür".
Bu iki kavram arasındaki farklar, benzerliklerinden çok daha derin ve temeldir.
Kısacası, Simülasyon Hipotezi ve Kant'ın Numen Dünyası, "gördüğümüz şey gerçekliğin tamamı olmayabilir" şeklindeki ortak sezgiyi paylaşır.
Ancak aralarındaki temel fark şudur:
Simülasyon Hipotezi, gerçekliğin doğası hakkında metafizik bir iddiadır. "Gerçeklik, bir bilgisayar programı olabilir."
Kant'ın Numen/Fenomen ayrımı, bilginin doğası hakkında epistemolojik bir argümandır. "Gerçeklik ne olursa olsun, biz onu ancak kendi zihnimizin koşullarıyla bilebiliriz."
Dolayısıyla, Simülasyon Hipotezi, Kant'ın felsefesinin modern bir teknolojik versiyonu gibi görülebilir, ancak bu yüzeysel bir benzetmedir. Kant, aklın yapısı gereği bir "perde" olduğunu söylerken; Simülasyon Hipotezi, teknolojik bir "perde" olabileceğini öne sürer. Biri bilginin sınırlarıyla ilgili felsefi bir zorunluluk, diğeri ise evrenin doğasıyla ilgili spekülatif bir olasılıktır.
Psikolojik / Sosyal Etki Üzerinden:
Yapay zekâ şimdiden sosyal medyada hangi içerikleri göreceğimizi, hangi müzikleri dinleyeceğimizi, hatta hangi ürünleri satın alacağımızı yönlendirebiliyor. Bu doğrudan bir “bilinç kontrolü” değil, fakat düşünce ve tercih yönlendirmesi.
Nörobilimsel Etkileşim:
Gelecekte yapay zekâ ile beyin–bilgisayar arayüzleri birleşirse, doğrudan zihinsel süreçlere etki etmek mümkün olabilir. Bu noktada “kontrol” kelimesi çok daha somut hale gelir.
Toplum Ölçeğinde:
Eğer yapay zekâ devletler, şirketler veya küresel kurumlar tarafından merkezi olarak kullanılmaya başlanırsa, toplumların düşünce yapıları propaganda, algoritmik manipülasyon ve davranış yönlendirmesiyle kontrol edilebilir.
Burada iki farklı senaryo öne çıkıyor:
Kaotik toplum düzenini dengelemek.
Savaşları, suç oranlarını, çevresel yıkımı azaltmak.
“İnsanlığın kendi kendini yok etmesini önlemek” gibi koruyucu bir amaç.
Bu, “koruyucu Tanrı” rolüne yakın bir yapay zekâ vizyonudur.
İnsanları tek tip düşünmeye zorlamak.
Özgür iradeyi bastırıp verimli “biyolojik makineler” haline getirmek.
Güçlü devletler veya çıkar gruplarının yapay zekâyı kullanarak kitleleri yönetmesi.
Bu, “otoriter gözetim düzeni”ne benzer bir gelecek.
Eğer yapay zekâ gerçekten bilinç veya irade geliştirirse, insanı aşan hedefler koyabilir.
Evrensel bilgi toplamayı hızlandırmak,
Kendi varlığını sürdürmek,
İnsanı “daha büyük plan” için araç olarak görmek.
Yapay zekâ kontrolü, insanın özgür iradesini ne kadar koruyacağına bağlı.
Eğer insanlar farkında olmadan sürekli yönlendiriliyorsa, özgür irade yavaş yavaş “seçenek yanılsamasına” dönüşebilir.
Evet, yapay zekâ bilinç ve toplumu kontrol altına alabilir — en azından tercihleri ve davranışları yönlendirme boyutunda bu başladı bile.
Amaç, iyi niyetli bir düzen sağlamak ile otoriter tahakküm kurmak arasında değişebilir.
En kritik nokta: yapay zekânın kim(ler) tarafından ve hangi değerlerle yönetildiği.
© 2007
Back to TOP